Karartılmış
bir gecenin orta yerinde, bir kentin serüvenine düşüveriyoruz aniden.
Kaldırımların birer kişilik olduğu bu hikâyede hayat, belirsiz bir zaman
diliminde sayıları yalnızlığa çıkan bir denklem sunuyor bize. Önce
denkleştiremiyor, kendimize tamamlayamıyoruz fakat üzerimize apansız düşen her gölgenin
sonunda biraz daha kabulleniveriyoruz; çünkü caddelerde, grileşmiş sokak yığınlarında
kendimiz gibi onlarca, yüzlerce insan tanıyor, bu duruma oldukça şaşakalıyoruz.
Onlar, süregelen döngünün birer ezber oyuncusu gibi bir o yana, bir bu yana
koşuşturmacalarını yaşıyorlar; yüzlerinde buruk bir acı, tarifsiz bir
tatsızlık, hiç bitmeyen yorgunluk izleri…
…
Her
geçen gün biraz daha kıyısına yanaştığımız için korktuğumuz, kaçtığımız bu
limanı çok uzakta değil; minik bir çocuğun çatlamış ince çizgilerle dolmuş
ellerinde görüyoruz. Onu görür görmez öyküsünü bir nebze olsun dinlemek
istiyoruz ki hiç ama hiç doğrusunu söylemiyor; çünkü gülümsüyor! Sonra, bir
çırpıda yanaşıyoruz satmaya çalıştığı mendil ‘tezgâhına’. Bizi görünce
duraksıyor.
Dağ
gibi adamların kaldırımlarda yürüdüğünü fark edince gözleri durmadan:
-Babam
nerede!? diyor…
“Soğuk
evimizde ince bileklerimizi ceketinin kolunda ısıtan babam nerede!?”
“Beynelmilel hukukun şarapnel parçalarıyla demokrasi
bahşettiği ülkemde babam nerede!?”
O,
şimdi, Türkçe bilmiyor, sadece ‘elli kuruş’tan başka. Fakat sonbaharî gülüşleri
ve simsiyah bilye tanesi gözleri bu coğrafyanın özbeöz kendisinden,
hissediyoruz. Suriyeliymiş küçük, sorunca hemen fark ediyoruz. Evleri,
umutları, sevinç ve oyunları bir anda yok oluverince yol yordam sorup benzer
bir ev, benzer bir umut, sevinç ve oyun için razı olmuşlar kendi döngülerine ve
çark onları bu yüzyılın İzmir’ine denk getirmiş, görüyoruz. Amansız bir savaşın
yırtıcı neşteri değmiş olmalı ki elmadan kırmızı yanaklarına, rengârenk bir
tablo gibi duran yüzünü tarihin acılı kisvesi altında solmuş buluyoruz.
Bir
kadın –ki evlatsız belki de hiçbir kadın yoktur- hiç tanımadığı, çokça yabancı,
az biraz tanıdık gelen bu soğuk yüzü ısınmış avuçlarına alıyor, gözlerinin
ferine bakıyor. Bütün sesler kayboluyor döngü’de, sirenler kayboluyor, ölümler
bir anlığına da olsa duracakmış gibi oluyor. Kadın ve çocuk, duruyor, duruyor,
duruyor... Sonra kadın –ki belki de yetim olmayan hiçbir kadın yoktur- o
küçücük ve yetim bedeni koca bağrında eriterek yazılmış hikâyesini darmadağın
ediyor.
Telaş
içinde kalıyoruz. Kendi ahenginde olan yürüyüşümüz biraz daha boğuklaşıyor.
Kalabalıklarla
çerçevelenip dayatılmış türkümüzün en ağır yerinde olduğumuzu fark ediyoruz.
İçimizdeki kifayet dışımızdaki yetersizlik kadar büyüyor.
Doğduğumuzdan
beri süregelen ve kader terazisiyle biraz daha ağırlaşan yalnızlığı iliklerimize
kadar hissediyoruz. Biz yürüdükçe içimizdeki durgunluk, elden bir şey gelmezlik
bir şehir kadar çoğalıyor. Yağmur anlamsızca yağıp küçücük mendilcimizi yüksek
katlı ve lüks bir binanın köşeciğine sığınmaya, yani hayatında
yaşayabileceği binlerce sebepsiz göçten birine daha mecbur bırakıyor.
Anlıyoruz
ki döngü’sünü yaşamak üzere toprağın kara yüzüne çılgınca düşen hiçbir yağmur
tanesi bu şehrin acılarını temizlemeye yetmiyor.
Biz de vakit çok geçmeden, bu
mendil satan ellerin bir gün bir kıta Avrupası yolculuğunda herhangi soğuk bir
sahile vuracağının kederi ile kendimize dönüyor, bizi bekleyen asansörün ‘3’
numarasına basarak üçüncü sıradan olan hayatımızı acısı-tatlısıyla tatmaya
devam ediyoruz…
Kamuran
Demir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder