25 Mart 2018

DÖNGÜ

                                      




                Karartılmış bir gecenin orta yerinde, bir kentin serüvenine düşüveriyoruz aniden. Kaldırımların birer kişilik olduğu bu hikâyede hayat, belirsiz bir zaman diliminde sayıları yalnızlığa çıkan bir denklem sunuyor bize. Önce denkleştiremiyor, kendimize tamamlayamıyoruz fakat üzerimize apansız düşen her gölgenin sonunda biraz daha kabulleniveriyoruz; çünkü caddelerde, grileşmiş sokak yığınlarında kendimiz gibi onlarca, yüzlerce insan tanıyor, bu duruma oldukça şaşakalıyoruz. Onlar, süregelen döngünün birer ezber oyuncusu gibi bir o yana, bir bu yana koşuşturmacalarını yaşıyorlar; yüzlerinde buruk bir acı, tarifsiz bir tatsızlık, hiç bitmeyen yorgunluk izleri…

                …

                Her geçen gün biraz daha kıyısına yanaştığımız için korktuğumuz, kaçtığımız bu limanı çok uzakta değil; minik bir çocuğun çatlamış ince çizgilerle dolmuş ellerinde görüyoruz. Onu görür görmez öyküsünü bir nebze olsun dinlemek istiyoruz ki hiç ama hiç doğrusunu söylemiyor; çünkü gülümsüyor! Sonra, bir çırpıda yanaşıyoruz satmaya çalıştığı mendil ‘tezgâhına’. Bizi görünce duraksıyor.
                Dağ gibi adamların kaldırımlarda yürüdüğünü fark edince gözleri durmadan:
               -Babam nerede!? diyor…
                “Soğuk evimizde ince bileklerimizi ceketinin kolunda ısıtan babam nerede!?”
                 “Beynelmilel hukukun şarapnel parçalarıyla demokrasi bahşettiği ülkemde babam nerede!?”

                O, şimdi, Türkçe bilmiyor, sadece ‘elli kuruş’tan başka. Fakat sonbaharî gülüşleri ve simsiyah bilye tanesi gözleri bu coğrafyanın özbeöz kendisinden, hissediyoruz. Suriyeliymiş küçük, sorunca hemen fark ediyoruz. Evleri, umutları, sevinç ve oyunları bir anda yok oluverince yol yordam sorup benzer bir ev, benzer bir umut, sevinç ve oyun için razı olmuşlar kendi döngülerine ve çark onları bu yüzyılın İzmir’ine denk getirmiş, görüyoruz. Amansız bir savaşın yırtıcı neşteri değmiş olmalı ki elmadan kırmızı yanaklarına, rengârenk bir tablo gibi duran yüzünü tarihin acılı kisvesi altında solmuş buluyoruz. 

                Bir kadın –ki evlatsız belki de hiçbir kadın yoktur- hiç tanımadığı, çokça yabancı, az biraz tanıdık gelen bu soğuk yüzü ısınmış avuçlarına alıyor, gözlerinin ferine bakıyor. Bütün sesler kayboluyor döngü’de, sirenler kayboluyor, ölümler bir anlığına da olsa duracakmış gibi oluyor. Kadın ve çocuk, duruyor, duruyor, duruyor... Sonra kadın –ki belki de yetim olmayan hiçbir kadın yoktur- o küçücük ve yetim bedeni koca bağrında eriterek yazılmış hikâyesini darmadağın ediyor.

                Telaş içinde kalıyoruz. Kendi ahenginde olan yürüyüşümüz biraz daha boğuklaşıyor.

                Kalabalıklarla çerçevelenip dayatılmış türkümüzün en ağır yerinde olduğumuzu fark ediyoruz. İçimizdeki kifayet dışımızdaki yetersizlik kadar büyüyor. 

                Doğduğumuzdan beri süregelen ve kader terazisiyle biraz daha ağırlaşan yalnızlığı iliklerimize kadar hissediyoruz. Biz yürüdükçe içimizdeki durgunluk, elden bir şey gelmezlik bir şehir kadar çoğalıyor. Yağmur anlamsızca yağıp küçücük mendilcimizi yüksek katlı ve lüks bir binanın köşeciğine sığınmaya, yani hayatında yaşayabileceği binlerce sebepsiz göçten birine daha mecbur bırakıyor. 

                Anlıyoruz ki döngü’sünü yaşamak üzere toprağın kara yüzüne çılgınca düşen hiçbir yağmur tanesi bu şehrin acılarını temizlemeye yetmiyor.

                Biz de vakit çok geçmeden, bu mendil satan ellerin bir gün bir kıta Avrupası yolculuğunda herhangi soğuk bir sahile vuracağının kederi ile kendimize dönüyor, bizi bekleyen asansörün ‘3’ numarasına basarak üçüncü sıradan olan hayatımızı acısı-tatlısıyla tatmaya devam ediyoruz…


Kamuran Demir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder